Fotoğrafım
Türkiye
Bir zamanlar ful yaprakları adında bir çiçek kız vardı.Saçları tuhaftı.Bir tutamı domates kırmızısı,perçemleri havuç rengi,kalanlarsa ahududu şerbeti gibi kızıldı.Pembe gözlükleriyle dünyayı ve insanları koşulsuz sevmeye kararlıydı ama gerçekleri görmesi zaman almadı.Canını yakanlardan kurtulmayı denedi, doğrulup toparlandı,gözyaşlarını sildi ve aynaya baktı. Gülümseyerek kendine bir söz verdi.Çiçek kızın hayattaki serüveni her daim taptaze ve rengarenk olacaktı... İletişim : fulyapraklari@hotmail.com

değer verenler

26 Şubat 2010 Cuma

"Gülümsemek"

Onun ilk gülüşünün üstünden çağlar geçti sanki. ‘Bak, gülme taklidi yapıyor’ diyorduk önceleri, daha birkaç günlük yüzünde patlak veren ışıklı kasılmalara. Yaşadığının, yaşayacağının kanıtıydı, o bir ışık çakımı hızıyla belirip yok oluveren gülücükler. Bize birisi olduğunu hissettirdiği anlardı. Antik kaynaklara göre doğumu izleyen dördüncü ya da kırkıncı günde gelen mucize. Bebeğin yaşamının sonsuza dek ruhla dolduğuna inanılan o ilk gülüş anı. Aristoteles’in insanı ‘animal ridens (gülen hayvan)’ olarak adlandırmasına neden olan, dünyanın diğer canlılarından kopuş anı. Ruhsal yolculuğun başlangıcı. Gülmeye, kahkahalar savurmaya bayılan bebeğimin büyümeye başladığını fark edişim de farklı bir gülüşünü, daha çok gülümseme denilebilecek bir ifadesini yakalamamla oldu. Yorgun bir günümde pek de coşkuyla katılamadığım oyun içinde besbelli zayıf bulduğu soytarılıklarım karşısında sanki mahcubiyetle gölgelenmiş bir gülümsemeyle yüzüme baktı. Çabalarını takdir ediyorum ama sen de biliyorsun ki pek de komik değil şu halin, der gibiydi. Şefkatli, incelikli, basbayağı sosyal bir gülüş.
Gülmenin hazla beslenen, otoriteyi sorgulayan bozguncu niteliği, insanlık tarihi boyunca bu insanı diğer canlılardan ayırt eden yegâne özelliğin etrafında hep sorunlu bir alan oluşmasına neden olmuş. Ciddiyetin tevazu ile eşleştirildiği semavi dinlerin ilk yasaklarından biri denetlenemeyen kahkahalar. (Oysa İ.Ö. üçüncü yüzyılda yazılmış bir Mısır papirüsünde ilk Mısır tanrısının dünyayı otoriteryan sözcüklerle değil kahkahayla yarattığını okuyoruz. Tanrı kaosla yüzleşiyor ve onu kahkahasıyla uzaklaştırıyor. Işığın içine sevinç ve coşku dolu bir dünya salıyor. “Tanrı güldüğünde, dünyaya hükmedecek yedi tanrı dünyaya geldi... İkinci kez kahkahaya boğulduğunda sular oluştu, yedinci kahkahasında ruh doğdu.”)
İnsanın eğitimi gülme dürtüsünü denetleyebilmeyi öğrenmesi üstüne kurulu. Kişinin gelişmesi, uygar dünyada sorumlu bir birey olarak yerini alması, neşesini, coşkusunu, onu apansız dürtüveren mizah sinirlerini yatıştırmayı, evcilleştirmeyi öğrenmesini şart koşuyor. Büyüğüne boyun eğmenin, disiplinli bir köle olmanın göstergesi mümkünse hazırolda durup iyice nötr, anlamından boşaltılmış bir ifadeyle karşısındakinin ötesinde belirsiz bir yere gözlerini dikip emirleri beklemektir.
Kahkahanın muhteşem müridi Mark Twain ‘Dünyadan Mektuplar’da şöyle diyor: “Çünkü soyunuz, bütün o yoksulluğuna karşın, tartışmasız olarak gerçekten etkili bir silaha sahiptir: Gülme. Güç, para, inandırma, destek toplama, baskı yapma bütün bunlar yüzyılların çabasıyla devasa bir dalavereyi kaldırabilir, biraz yerinden oynatabilir, biraz zayıflatabilir; ama
onu bir darbede paramparça edecek olan şey gülmedir.”
Bebeğimin her anımızı kuşatan otoriteryan imlâyla yüzleştiğinde neler çekeceğini düşünmek arada gölgeliyordu elbet kahkahalarının bana verdiği mutluluğu. Hayatım boyunca ‘dalaksız’ olduğum için katlanmam gereken otorite durakları karşısında morarıp tıkanarak kahkahamı bastırmaya çalıştım. İlkokuldan başlayarak derslerde öğretmenlerimin suratına bir kahkaha patlatmamak için çektiklerimi hâlâ midemde kasılmalarla hatırlarım. İkide bir bizim bataryayı karşısına dizip engin hayat dersleri veren yüzbaşı karşısında başım ciddi bir belaya girmesin diye boğulmanın eşiğinde tıkanışımı, çalıştığım birkaç işyerinde amirlerimin gülünç
otorite takıntıları karşısında yaşadığım acılı kramplarımı da hiç unutmadım. ‘Gülme!’, bütün çocukluk ve ilk gençliğimin en zor uyduğum yasağı oldu.
Daha çocukken bize gülmeyi yasaklayan, zekânın en önemli çıkışını tıkayarak beslenmemizi kısıtlayan otorite, insan olmanın hazzına düşman. Mikhail Bakhtin’in sözünü ettiği tehlikeyi hissediyor elbet:
“Gülmenin olağanüstü bir gücü vardır. Nesneyi yakına getirir, onu parmağın bildik bir hareketle her yanına dokunabileceği somut temas bölgesine çeker, baş aşağı döndürür, içini dışına çıkarır, ona yukarıdan ve aşağıdan bakar, dış kabuğunu kırar, merkezine bakar, ondan kuşkulanır, onu böler, parçalarına ayırır, soyup sergiler, özgürce inceler ve onunla deneyler yapar. Gülme bir nesne karşısındaki, bir dünya karşısındaki korkuyu ve acıma duygusunu ortadan kaldırır, onu tanınan bir nesneye dönüştürür, böylece özgürce araştırılması için zemin hazırlamış olur. Gülme, korkusuzluk gibi bir önkoşulun gerçekleştirilmesinde yaşamsal bir etmendir; bu önkoşul olmaksızın dünyaya gerçekçi olarak yaklaşmak olanaksızdır. Gülme bir nesneyi kendine çekip bildik kılarak, onu gerek bilimsel, gerek sanatsal sorgulayıcı deneyin ve özgür deneysel düşgücünün korkusuz ellerine teslim eder.”
Evet. Gülmek, düşgücünün korkusuz ellerinden tutar. Dünyayı zekâ ve neşeyle yıkıp yeniden kurar. Otorite tarafından yalnız sorumluluk özürlüsü olarak görülen kadın ve çocuklara yakıştırılır. Çünkü bozguncudur. İşte bu yüzden çocukların karşısına geçip ‘gülmeyin’ diye tepinen öğretmen, bize hayat diye vaat edilen hücrenin ilk habercisidir.


Kaynak :Yıldırım Türker'in 17/10/2009 tarihli "Kahkahalarla" yazısı.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=959625&Yazar=YILDIRIM

24 Şubat 2010 Çarşamba

"boktan bir yazı..güneşli de olabilir.."




ful, geçmişte de bir dönem yaşadığı anksiyeteyle uğraşadursun,
içindeki bir parlayıp bir sönen güneşe teslim olmak istiyor sonsuza dek,
bir yandan da müzik blogu için şiddetli çalışmalar içinde,
bu sefer müzisyen arkadaşlarını da katmayı planlıyor içine,
hatta kasarsa, epeyce iyi müzisyenlerin bir kaç menajeri eski arkadaşı olduğundan onlarla da ropörtaj koparabilir mi diye düşünüyor ileride..
arada ilginç ropörtajlar da olmalı diyor,
konser haberleri de..
ama öyle hemen olmaz,
birikmeli yazılar,izleyiciler,
şimdilik fotoğraf toparlıyor,özgeçmiş biyografi albüm kapakları uçuşuyor etrafta,
babasının arşivine dalıp eski plaklarını karıştırıyor,
zero'ya gidip orayı da karıştırıyor,
hayran hayran benim de böyle bir dükkanım olsa,
orada nefes alsam keşke diyor,
keşkelere küfür ediyor,
yepyeni müzikler keşfediyor,
albümlerin arasında kendini arıyor,
her şeye ağlamak istiyor,
kendini buna mı teslim etmek istiyor,
sevdiği ve onu terk etmeyen yeganelerden olmasın bu müzik denilen şey..
ful, aslında dağıttığı kafasını toparlamaya çalışıyor,
ya da çok topludur kafası onu dağıtması gerekiyor,
fizana gitmek ve çıkmaz ayın son çarşambasına kadar içerek dans etmek istiyor,
kendini kaybetme isteği de olabilir bu,
insanlardan çok sıkılması ana neden,
iş yerinde nefret ediyor bu da ikinci neden olabilir mi?
başının tepesinde saçma sapan bir sıkıntı ve yanma var,
biliyor ki panikten..
ama ilaçları sevmiyor,
enerjiye daha sık gitmeli..
bunu da biliyor ki herşey beyninin içinde,
böyle durumlarda bir gün lay lay lom,bir gün kahretsin diyor.
belirsizlikten nefret ettikçe gelip çöküveriyor yanına,
imdat dese kimse onu duyar mı?
şu güneş bi çıksa artık,çıplak ayak çimlerde koştursak,
iç huzuruna erişsek bu ahmakları bir kenara atıp diyor,
yanına yanaşanları itip
bırakıp
koşmak koşmak istiyor ful.....

18 Şubat 2010 Perşembe

"Kim söylemiş, kim görmüş?"

Sevgili Öykü'nün yazısı'nı okudum bu sabah,dün de aklımda bu konuyla ilgili yazmak vardı, tam üstüne geldi,çok iyi oldu...
Aşk ilişkilerimizde bir gariplik var son yıllarda. Hepimiz farkında olsak da, durumun daha da kötüye gitmesine engel olamıyoruz.
O kadar hızlı tüketiyoruz ki birliktelikleri aklım almıyor, mantığım kabullenmiyor artık.
Biriyle birlikteyken bir başkasını yedekte tutuyor insanlar, hatta yedekte tutmayıp ikinciyi de idare ediyorlar, tek gecelik kaçamaklar, saklanan sırlar, maillerin şifreleri kırıp kıskançlık yapmalar, mesajları okumalar,çocukça davranışlar...
Bu ara etrafımda ne yalan rüzgarları, ne cesur ve güzeller dönüyor haberiniz yok.
Uzun zamandır gözlemleyip hayretle izliyorum olan bitenleri.
Çok da yakın olmadığım bir arkadaşım, bir dargın bir barışık ama genelde kendini aşka kaptırmış bir birliktelik yaşarken adamın etrafında ikisinin birlikte olduğunu bildiği halde birisinin dolaşmaya başladığını fark etti. Bu hatun kişinin arkadaşımın sevgilisine olan tavırlarını bende gördüm ve çok şaşırdım, üstelik henüz miniminicik yaşta olan bu kızımız bir akşam hafif alkollüyken, benim de gözümüzün önünde adama bir de öpücük konduruverdi, aman şükür ki yanağına!
Olay gözümün önünde olmasa abartıldığını düşünebilirdim.
Bu tip ilişkiler, bu saçma durumlar beni rahatsız eder, mümkün olduğunca uzağında durmaya, etrafından dolanmaya çalışırım.
Ama şahit olduğum için örnek olarak göstermekte de bir sakınca görmedim.
Netice arkadaşım o adamdan ayrıldı geçen günlerde, sebep adamın facebook ve msn şifrelerini isteyip tek tek mesajlarını okumasıymış ve şüphelenmesiymiş. Şifrelerin birbirine verilmesi, bu kadar açık her şeyin ortaya dökülmesi, güvensizlik, bahaneler...O kadar midemi bulandırdı ki.
İnsan biriyle birlikte olabilir ama bu durum tüm şifrelerini ona vermeyi asla ve asla gerektirmez, her zaman bir özeli bir mahremiyeti olmalı kişinin. Zaten arkandan iş çevirecek insan sana bir yandan şifresini verir diğer yandan tüm gönderilen/gelen mesajları da siler, senin haberin olmaz, hatta senden farklı bir hesap açar ruhun duymaz.
Demek istemem o ki insanın içinde varsa kandırma dürtüsü,ona teslim olmak çok kolaydır. Güven yoksa, şüphe varsa, beni tanımamıştır der geçer giderim.
Ne demek şifre vermek, hesap vermek...
Bu kadar güvensizliği aklım almadı benim.
Daha bir kaç ayda bu kadar birbirlerini kollamaları, kıskançlık yapmaları da komik geldi.
Netice ayrıldılar ve dün o minimini kızı adamın arabasına binerken gördük...
Daha ilişkinin külleri soğumadan onu yanına yaklaştıran adamda mıdır suç yoksa üstüne atlayan kızda mı bilemiyorum, zaten kim haklı kim haksız onu da merak etmiyorum.
Tek bildiğim onlar gibi olmadığım için mutlu olduğum..
Bu kadar yozlaşan duygunun ve davranışın arasından nasıl sıyrılıp kendimizi kurtaracağız bilemiyorum.
Bu yaşananların aşkla uzaktan yakından alakası olmadığını, aşk'a haksızlık ettiklerini düşünüyorum.
Sezen'in şarkısında dediği gibi olmalı aşk.
Tutkulu, masalsı, güven dolu ve huzurlu...

"Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk..."

"Aşk'a düşersen"



Aşka gönül ile düşersen yanarsın.
Zeka ile düşersen kavrulursun.
Akıl ile düşersen çıldırırsın.
Duygu ile düşersen gülünç olursun.
Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin.
Sersem sersem bakınıp durma bir yol seç.


Özdemir Asaf (Yuvarlağın köşeleri...)

17 Şubat 2010 Çarşamba

"içimde güneş..."

Herkese günaydın,
Pencerenin dışındaki değil de içimdeki güneşle beraberim bugün,
Acı çekmem gerekiyordu, çektim,
Hepsi di'li geçmiş zamanda kaldı,
Hani diyordum ya gelse önce boynuna sarılır sonra suratına bir tokat patlatırım diye,
Şimdi gelse yüzüne bile bakmam, o kadar nötr bakıyorum artık,
Benim binde birimi bile hak etmiyor o,
Yepyeni bir sayfaya açıyorum kapımı,
Aklım temiz, kalbim temiz, yaralarımı sardım,çoktan kabuk bağladı...
Baharın erken geleceğini hissediyorum bu sene,
Ve tüm çiçeklerin benim yolumda açacağını...

9 Şubat 2010 Salı

"Kalp durur, akıl unutur"

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içindeiyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için
önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,
bolca üretmek kadarönemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken,
günaha elsürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...

Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da“lezzet” kattığını öğrendim.
Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.

O ne durur, ne de unutur ...

MEVLANA

8 Şubat 2010 Pazartesi

"Her son bir başlangıçtır"


Mesajlar, mailler sıkıldım artık,
Bir son vermeli bu işe dedim,
Nefesimi tuttum, aradım...
Neden yaptım bilemiyorum, sesini duyduğumda paramparça olacağımı sezdiğim halde.
Duydum, evet dağıldım, parçalarım hava uçuştu.
Dayanamadım,
Ama o ses ona ait değildi sanki,
O kadar bezgin, yorgun, bitkin, mahçup, ağlamaklı.
Bitmişti.
Pişmanlıktan, acıdan.
Beni her istediğinde göremeyecek olmak, aramızadaki mesafe, Amerika..bir de çok uyumlu olmamız imiş sorunlar.
Güldüm,
Komikti gerçekten de.
Uyumluyuz biz fazla uyumlu,
Kavga mı etmeliydik dedim.
En yakın ağabeyine benden bahsetmişti, şimdi de neler yaptığını anlatmış.
Adam onunla o günden beri konuşmuyormuş.Anladığım kadarıyla etrafındaki herkes kararını yanlış bulmuş.
Haklılar dedim.
Aynaya bile bakamıyorum ben ne yaptım diye diyor, nasıl mahvettim diye, sadece bu daha iyi olur dedim, sana sonradan ben gidiyorum demektense baştan seni daha da üzmemek için böyle söylemek istedim ama çok yanlış yaptım, korktum, beceremedim, seni oyalayan biri olmayayım diye uğraşırken neler yaptım ben dedi...
Kokusunu özlediğimi fark ettim, onu da..ağladım biraz ama o duymadı,
sustum,
Sonra çok yüzeysel olarak geçmişte geçirdiğim rahatsızlığı ve bu gelgitlerin üzüntülerin onu tetikleyebileceğinden bahsettim,
Daha da yıkıldı,
Hayır gerçekten yıkıldığını hissettim,
Senin için en iyisi uzak durmam ve duracağım dedi.
Pişmanlık, utanç, mahcubiyet hepsi bende var dedi.
Farkındaydım, benden beter durumdaydı.
Ben acı çekiyorum ama geçecek,
O ise acı çektirdi, vicdan azabı, utancı çok daha fazla.
Yine de kızamıyorum ona, canıma okusa da kızamıyorum, hala seviyorum çünkü.
Biri karşıma çıkıncaya, kalbim yeniden acıdan vazgeçip mutluluk için çarpmaya başlayıncaya kadar üzüleceğim biraz..
İçim biraz olsun daha rahat.
Dağılsam da artık aramayacağını ve haberleşmeyeceğimi biliyorum.
Bu gelgitler olmadan, onu hatırlamadan daha kolay atlatılacak bir durum olacak.
Paramparçayım ama ölmedim daha =)
Eski bir Gündoğarken şarkısındaki gibi,

Güzel günler bitmedi
Güneş hala parlıyor
Herşey eskisi gibi
Ancak sensiz sürüyor
Farketmiyor yokluğun
Aynı sesler duyduğum
Sensizlik bir başka tat
Sensizde sürer hayat
Sevgiler hiç bitmiyor
Bu demek değil ayrılık
Bu demek değil herşey bitti
Bu demek değil güneş yok artık
Buluta girdi
Herşey eskisi gibi
Ancak sensiz sürüyor
Sevgiler hiç bitmiyor

"Şans diliyorum"

Koluma yaptırmak istediğim dövme figürüne yakın bir resim ekledim yazıma.
Hepimizin ihtiyacı olan şansı belki de derime işletirsem işler yoluna girer diye mi düşünüyorum bilemiyorum.
Belki de ben gerçekten şanslıyım ki başından atlatıyorum.
Nasıl geçiyor diye merak edenler için söylüyorum, biraz dengesiz ama iyiye doğru bir akışım var.
Cuma akşamı benim gibi kafası karışmış bir arkadaşımla alkol ve sohbet ikilisini yanımıza alarak biraz yaramızı temizlemeye çalıştık, neden insan alkole ya da başka bir şeye başvurur bilemiyorum ama beyindeki düşünce uyuşmasına iyi geldiğine eminim.
Ardından haftasonu iyi bir enerji seansıyla üzerimdeki sıkıntıyı, onu, bana yaşattıklarından doğan bedensel sıkıntıları atmaya çalıştım.
Neden diye sormaktan vazgeçtim mesela,
Hala içimde bir yerlerde bu soru ben buradayım dese de sormamak için kendimi tuttum,
Daha önce 2,5 sene ilişki yaşadığım insanı nasıl kırmamaya çalışarak, samimiyetle, hazırlayarak ona durumu anlatmaya çalıştığımı, bir de en son yaşadıklarımı düşündüm,üslubu düşündüm.
Pazar günü attığı sonuçsuz boş sözcükler ve neden böyle yaptım ben sana, ne olursa olsun düşüncem değişmedi ama seni hep seveceğim mesajlarına "Ben seni son görüştüğümüz gün Amerika uçağına bindirdim, artık sesini duymak istemiyorum" diyerek cevap verdim.
Bir de utanmadan yakında arayacağım, dayanamam ben, sesini özledim demesine şaşırıp kızdım, iyi ki kurtuldum böylesi gizli kalmış bir dengesizlikten dedim...

Sonuç olarak her geçen gün daha da iyi olacağımı biliyorum,
Tüm bu yaşananların midemde sıkıntı ve kalbimde kuvvetli çarpıntı olarak bana gelmesinden de hoşnut değilim.
Farklı uğraşlar, gezintiler, arkadaşlarla sohbetler, yeni insanlarla tanışmalar olacak elbet.
Blog dostlarımın mesajları, yardımları, tavsiyeleri bana güç verecek,
Bunları yaşadıkça daha da törpüleneceğim,
Karıncalarım yeni ders dönemine başladı bugün, onları severim, koklarım, bir de sarılırım, o enerjiyle bir şeyim kalmaz.
Geçmişi düşünmemek, şu an ve gelecek için umutlanmak lazım,
Madem dipteyiz, artık yukarı çıkmaktan başka çare de yok,o halde gülümsemeliyim.
Kendimi her şeyin iyi olacağına inandırmalı ve bu duruma keskin bir son vermeliyim.
Her şey iyi olacak.
Olmalı.
Sözleri umut yüklü, güzel bir şarkı da eşlik etmeli tüm bunlara,
Pink Martini - Hang on Little Tomato.
Şarkıyı bulduğunuzda sesi açın ve en iyi yerlerinde eşlik edin bana,

"You gotta hold on, hold on through the night
Hang on, things will be all right
Even when it's dark
And not a bit of sparkling
Sing-song sunshine from above
Spreading rays of sunny love

And so I hold on to his advice
When change is hard and not so nice
You listen to your heart the whole night through
Your sunny someday will come one day soon to you..."

5 Şubat 2010 Cuma

"Karışık"


Daha iyiyim gibi, belki de değilim bilemiyorum.
Aşık olmuşum ben, uzun zamandır ilk kez aşık olmuştum,sanırım tutunmaya çok ihtiyacım vardı, o yüzden fazlasıyla saçıldım etrafa, pembe gözlükleri çıkaramadım.
"seviyorum ama gidince üzmek istemiyorum ne yapayım, hiç başlamamam gerekirdi biliyorum ama tutamadım kendimi sana aşık oldum..."
Karmaşadan yazdım mı hatırlamıyorum, İstanbul'a 2,5 saat mesafede bir şehirde oturuyor.Nedir ki 2.5 saat.Her özlediğinde beni göremeyeceğini düşünmek bile zor geliyormuş ona.Bir de fazla uyumluymuşuz biz..fazla ortak yanımız varmış...
Mesaj, mail, tek tük onlar da.
Bu kadar acı çektirmesine rağmen onu özlediğime inanamıyorum, hala ona sarılmak istediğime de..bir yandan da şiddetli bir tokat patlatmak istiyorum suratında..
Ne istediğimi ben biliyor muyum acaba...
Pişmanlığını hissediyorum,gerçekten çok pişman,çok mutsuz bunu da hissediyorum.
Enerjiye başlamadan öncesinde ve sonrasında daha da şiddetlenen 6.hissim bunu söylüyor.
Peki o 6.hissim, öyle kolay kolay yanılmayan 6.hissim neden hala bitmediğini söylüyor, neden sonucun böyle olduğunu da kavrayamıyor.
Netice bahane işte bahane.
Kafa karışıklığı.
İnkarlar, öyle olduğuna inanmalar.
Saçma sapan bir durum.
Sevgili Peren ; Jehan Barbur'un varlığını getirdi aklıma,
O tınılarda gezinmeliyim şimdi.
İşlerin başına dönmeliyim.
Nasılsa mutluluk yok, sadece bir yol o, ya da bir an.
Arada kalmışlık ve kabullenememek duygusu bıraksın yakamı artık,
Eski ful yaprağı olmak istiyorum ben,
Bir an önce...

4 Şubat 2010 Perşembe

"Panzehir"



Şu olan biten var ya boş ver ona
Taş yağsın isterse çok sürmez
Dakka şaşma dakka yaşamaya bak
Ne geçmişi düşün, ne gelecekten kork!

Ömer Hayyam

3 Şubat 2010 Çarşamba

"çiçeğim nerede?"



Yazının üst kısmındaki fotoğraf "küçük prens"ten...
Hani şu "çiçeğim olmadan asla "diyen küçük sevimli adam...
"İnsanın bir çiçeği olmalı, uzakta olsa bile yıldızlara baktığında onun varlığını düşünmesi ona ne kadar mutluluk verir öyle değil mi?"felsefesini bana sevdiren küçük prens...
Bu yazının bir de şarkısı var,
şarkısını dinlemeden sakın okumayın derim ben,
Eğer şarkısı eşliğinde okuyacaksanız daha da bir anlam kazanır,işte linki ,
Youtube'u izleyemeyenler olur diye künyesini de vereyim şarkının,
Devics - Blue Miss Sunday.
Son zamanlarda duyduğum en iç acıtan,yürek kanatan şarkısı,
Hele şu günlerde duyar duymaz gözyaşlarına boğuyor beni,
Şarkıyı edindiyseniz ve play tuşuna bastıysanız o halde başlayabilirim anlatmaya...

Ne oldu bu ful'e böyle?
Acıdan mı bahsetti, biz alışık değiliz dediğinizi duyar gibiyim.
En azından son zamanlarda...
Ne kadar da mutluydum, enerji doluydum...
Ful, bir vardı bir yoktu işte,masala dahil olduğunu sandı ama değilmiş şükür ki çabuk anladı...
Birdenbire ellerinden tutan bir şeyler söyledi, çok fazla şey söyledi...
Özetini anlatmak gerekirse dedi ki "seni seviyorum ben, hayatımda hiç kimseyi bu kadar sevmedim, öyle bağlandım ki sana bu beni korkutuyor..."ve dedi ki "yazın Amerika'ya gideceğim ben, işlerimi halletmek zorundayım, seni burada bırakırsam olmaz, içim öyle acıyor ki..O zamana kadar sana delice bağlanacağım daha da fazla, seni görmeden yapamayacağım..Sen fazla harikasın, çok mutluydum ben ama bunu sana yapamam"dedi...

"Bunları önceden bile bile neden başladın,neden işyerime geldin, neden sürprizler yaptın, neden defalarca aradın, neden ufak hediyeler aldın bana neden anılar biriktirdin,neden aşktan bahsettin o zaman" dedim.Bunlardan çok daha da fazlasını söyledim aslında.

"Tutamadım kendimi, sana öyle kapıldım ki, bunları düşünmem bile çok saçma aslında akışına bırakmalıyım ama öyle hassasın ki seni üzmek istemiyorum,korktum evet , kaçıyorum"dedi.

Bitti...
Düşündüm, ne kadar gereksiz bir hamle olduğunu, her şeyi bombok ettiğini...
Önce biraz ağladım şokun ve sinirimin etkisiyle, ertesi gün açıldım...
Ne kadar saygısız, bencil olduğunu, sevgi laflarının palavrasına, bu bahanesine asla inanmadığımı herşeyi söyledim...Söylerken öyle sakindim ki ben bile şaşırdım.
"..." dedi,
"İnsan mutluluğu yakaladığını bile bile neden kaçar?" dedim,
"Korkuyorum , çok bağlanıyorum sana. Senin gibisini hiç görmedim hala seviyorum seni hala ama çok acı çekeceğimi hissediyorum senden uzakta olunca "dedi.
"Mutlu olmaktan korkan bir insanı ilk kez görüyorum" dedim.
Sakinlikle hatta alaycılıkla her şeyi söyledim ben de içimdeki herşeyi,
Güldüm, kahkaha bile attım, artık sinirimden mi kederimden mi onu bilemiyorum,
Tesellim baştan her şeyi görebilmek, yolun başından dönebilmek.
Yine yeniden hayata başlarım elbet ama her seferinde içimden bir şeyler kopuyor..Sonunda hiç bir şey kalmayacak gibi geliyor şu minicik kalbimde...
Kendimi aptal gibi hissediyorum.

Onun için özel baskısını arayıp bulduğum, aldığım ama vermediğim -hatta iyi ki vermediğim-hediyesinin içinde yazdığı gibi,

"okursan eğlenirsin, inanırsan hayatın kayar..."

Ben inandım...
Hepsi bu.

EMEĞE SAYGI

Internet-Gazete-Dergi ve her türlü basılı yayın için geçerlidir : Yazılarımdan ismim ve adresim link gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir. İzinsiz emek hırsızlığı durumunda hakkımı "hukuki çerçevede" sonuna kadar arayacağıma emin olabilirsiniz.Emeğe saygı gösterdiğiniz için teşekkürler!