Fotoğrafım
Türkiye
Bir zamanlar ful yaprakları adında bir çiçek kız vardı.Saçları tuhaftı.Bir tutamı domates kırmızısı,perçemleri havuç rengi,kalanlarsa ahududu şerbeti gibi kızıldı.Pembe gözlükleriyle dünyayı ve insanları koşulsuz sevmeye kararlıydı ama gerçekleri görmesi zaman almadı.Canını yakanlardan kurtulmayı denedi, doğrulup toparlandı,gözyaşlarını sildi ve aynaya baktı. Gülümseyerek kendine bir söz verdi.Çiçek kızın hayattaki serüveni her daim taptaze ve rengarenk olacaktı... İletişim : fulyapraklari@hotmail.com

değer verenler

31 Aralık 2010 Cuma

"Mutlu Yıllaaaar!"


Yepyeni bir yıla girerken eskisinden çok daha farklı istekler geçiyor içimden.
İlk aklıma gelenleri sıralamak, yazarak pekiştirmek ve evrene güzel mesajlar göndermek istiyorum.


Sağlıklı, canlı, taptaze bir başlangıç yapmak,


Canım sevgilimle 2011 yılında hayatımı birleştirmek,

Geçtiğimiz gün görüşmeye gittiğim ve iyi bir teklifle döndüğüm kurumla anlaşarak yeni senede yeni bir iş sahibi olmak,

Kariyerimde ilerlemek,

Şans dolu, mutluluk dolu, bol kazanç dolu bir başlangıca adım atmak,

Yepyeni yerler görmek, bol bol gezmek,yeni insanlarla tanışmak,

Bol bol kahkaha atmak,

Sevdiklerimle,ailem ve dostlarımla birlikte eğlenceli ve coşkulu zamanlara yelken açmak istiyorum

ve "biliyorum" ki tüm bu dileklerim gerçek olacak ve çok mutlu olacağım,

Çünkü bunları içtenlikle istiyor ve gerçekleşeceğine inanıyorum.

Unutmayın mucizeleri istemek için önce onlara inanmak gerekir!

Blog dostlarıma,

En güzel dileklerimi, sevgilerimi ve iyi enerjimi yolluyorum,

Her şey içinizden geçtiği gibi, gönlünüzün istediği gibi olsun!

Mutluluk derslerini unutmayın sakın,

Yepyeni seneye,ne istediğini bilen yepyeni bir insan olarak girin,

Coşkulu ve bol gülücüklü zamanlar bizim olsun!
Sizleri çok seviyorum :)

İyi ki varsınız!

30 Aralık 2010 Perşembe

"Yılbaşında neden ağaç süsleriz?"



Yeni yılın yaklaşması nedeniyle etrafımızı saran ve süslemekten büyük keyif aldığımız çam ağaçlarının hikayesini, böyle bir geleneğin nereden geldiğini merak edenler vardır elbet.
Çoğunuz da biliyorsunuzdur ama yinelemekte fayda var,
Bu pagan geleneğiyle ilgili "uludağ sözlük"te bulduğum hoş, derli toplu açıklamayı sizlerle paylaşmak istiyorum;

Noel şenlikleri sırasında ışık ve süslerle donatılan çam ağacına Noel ağacı denir.
Günümüzde Noel ağacının Pagan geleneklerinden gelen bir ritüel olduğu bilinmektedir.

Yaprak dökmeyen ağaçları ve çelenkleri ölümsüz yaşamın simgesi olarak kullanmak, eski Mısırlıların, Çinlilerin ve Yahudilerin ortak bir geleneği idi.
Avrupalı putperestler arasında yaygın olan ağaca tapınma, Hristiyanlığı benimsemelerinden sonra, iskandinavyalıların şeytanı korkutup kaçırmak ve Noel zamanında kuşlar için bir ağaç hazırlamak üzere ev ve ambarlarını yılbaşında ağaçlarla donatma geleneği biçiminde sürdü. Almanya'da da kış ortasına rastlayan tatillerde evin girişine ya da içine bir Yule (yeni yıl) ağacı konuyordu.

Günümüzdeki Noel ağacının Almanya'nın batısından geldiği düşünülmektedir.
Ortaçağda Adem ve Havva'yı canlandıran bir oyunun ana dekoru, cennet bahçesini temsil eden ve üzerinde elmaların bulunduğu bir çam ağacıydı. Adem ve Havva yortusunda (24 Aralık) Almanlar evlerine böyle bir cennet ağacı dikerler, üzerine Komünyon'daki kutsanmış ekmeği simgeleyen ince, hamursuz ekmek parçaları asarlardı; bunların yerini daha sonra değişik biçimlerdeki çörekler aldı. Ayrıca bazı yerlerde isa'yı simgeleyen mumlar eklendi. Noel mevsiminde ağaçla aynı odada Noel piramidi de bulunurdu. 16. yüzyılda Noel piramidi ve cennet ağacı birleşerek Noel ağacını oluşturdu.

ingiltere'ye 19. yüzyıl başlarında ulaşan Noel ağacı, Kraliçe Victoria'nın eşi Alman Prens Albert'in desteği ile bu yüzyılın ortalarında yaygınlaştı. O dönemde Noel ağaçları, dallarına kurdela ve kâğıt zincirlerle asılmış mum, şekerleme ve keklerle süsleniyordu. Göçmen Almanların Kuzey Amerika'ya 17. yüzyılda götürdükleri Noel ağacı, 19. yüzyılda moda oldu. Gelenek Avusturya, isviçre, Polonya ve Hollanda'da da yaygındı. Japonya ve Çin'e 19. ve 20. yüzyılda Amerikalı misyonerlerin tanıttığı Noel ağaçları ince işlenmiş kâğıt süslerle donatılımaya başlandı.
Ve bu şekilde bu gelenek tüm Dünya üzerine yayıldı...

29 Aralık 2010 Çarşamba

"kahraman"

Gazetede haberi okuyunca paylaşmak istedim, bu cesur gazimize, mutlaka yardım etmek isteyenler olacaktır.

Şırnak'ın Gabar Dağı’nda, 2008’de, bölücü terör örgütüyle girilen çatışmada başına isabet eden kurşunla ağır yaralanan ve mucize bir şekilde yaşama tutunan Fırat Zorba (25) için memleketi Tosya’da yardım kampanyası başlatıldı.

Halen tedavisi devam eden Gazi Zorba için TSK ve Valiliğin desteğiyle ev yaptırmaya karar veren Tosya Kaymakamlığı, “Gazimiz için bir tuğla da sen koy” kampanyası başlatırken, ilçe halkı da destek için sıraya girdi. Zorba Ailesi’nin arsası üzerine 110 bin liraya yaptırılacak, 120 metrekare evde, yürüyüş demirleri, özel niteliklere sahip tuvalet ve banyo bulunacak. Zorlukla konuşan Fırat Zorba, kampanyanın kendisini çok mutlu ettiğini söyledi. Zorba, ziyaretçilerini, yatağının başucundan eksik etmediği Fenerbahçe bayrağı ve futbolcuların imzasını taşıyan formayla karşılıyor. Gazi Fırat Zorba’ya ev yapılması için başlatılan kampanyanın hesap numaraları şunlar:

“Vakıflar Bankası Tosya Şubesi: TR 790001500158007298080252,

Ziraat Bankası Tosya Şubesi: TR 530001000157090443825003,

Türkiye İş Bankası Tosya Şubesi: 52213737370”


Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/gundem/16638433.asp?gid=373

27 Aralık 2010 Pazartesi

"Küçük Mutluluk Dersleri Vol 5"

Yeni yıla girereken bir sürü dileğimiz birikiyor kuşkusuz.

Bunları ancak beynimizi odaklarsak, aklımızda tek bir şüphe kalmadan yürekten istersek, gerçekten inanırsak gerçekleştirebileceğimizi biliyorsunuz değil mi?
Mutluluk arıyoruz ama aslında biz nasıl bakarsak öyle görüyoruz. Kendimizi, eşyaları, durumları beynimize nasıl yerleştirirsek, nasıl kodlarsak öyle görüyor ve hissediyoruz.

Kırlarda özgürce koşan, saçları örgülü, güleryüzlü kız modeli gibi herşeyi herkesi seven saf bir insan modelinden bahsetmiyorum.
Aklı başında, ayakları yere sağlam basan, ne istediğini bilen, şu kısacık hayatta arayışlar içinde kaybolarak ömrünü tüketmek yerine kararlı bir şekilde hayatın tadını çıkaran, depresyonlardan mümkün olduğunca uzak kalan bir insan modeli benim tarif etmeye çalıştığım.

Hep aynı döngüden kurtulmak için sıkı kararlar almayı deneyin bu sene,
Ben x durum karşısında hep üzülüyorum, halbuki x durumu kabullenerek ya da önemsemeyerek yeni senede iyi bir başlangıç yapabilirim kendime.
Bugüne kadarki mutluluk yazılarımı hatırlıyorsunuzdur, okumayanlar için kısaca özetlemek gerekirse,

Mutlu olmak için:
Anı yaşamayı,
Kendimizi ve içinde bulunduğumuz durumu olduğumuz gibi kabullenmeyi,
Gerektiğinde "hayır"diyebilmenin önemini,
Paylaşmanın ve yardım etmenin bizi nasıl iyi hissettireceğini anlatmaya çalışmıştım.

Bugün yazacağım 5.mutluluk kuralı ise "mükemmelliyetçi olmamak" ile ilgili.
Uzun zamandır aşmaya çalıştığım ve bu konuda epey yol aldığımı düşündüşüğüm bir durumdur
mükemmelliyetçilik...

Her şeyi yönlendirebileceğini, düzeltebileceğini düşünmek insanı çok yoruyor. Sürekli düşünüyor, sorguluyor, çabalıyor ve yoruluyorsunuz.

Tamam, başarılı oluyorsunuz ama olamadığınız, gücünüzün ya da imkanlarınızın el vermediği durumlarda da büyük yıkımlar,beraberinde ya hep-ya hiç gibi sizi doğruyu yaşamaktan kimi zaman uzaklaştıran sonuçlarla karşılaşıyorsunuz.
Oysa ne dünya mükemmel, ne insanlar, ne de siz!
O halde beklentilerinizi karşılayan bir durum olduğunda onu seçmekten çekinmeyin, hep en iyisi, en kusursuzu diye büyük beklentiler içince boğulurken aslında ihtiyacınız olanla da yetinmenin güzel olduğunun farkına varın, onu dönüştürebilmenin ya da güzelleştirmenin keyfini çıkarın.

Azla yetinin demek istemiyorum, tabii ki insan hep en güzelini, kendi için en iyisini ister ama bunu yaşam biçimine dönüştürmek, sadece sürekli elde etme isteği ve yorgunluğu beraberinde getirir.

Yeni yıla yaklaşırken, şöyle bir bakın kendinize, bu yıl neler yaptınız?

Not alın bol bol, yazın, çizin, neler üzdü sizi, nelere mutlu oldunuz, bu yıl geçen yıla göre neler değişti hayatınızda geçen sene bu zamanlarda kimdiniz şimdi kimsiniz?

Kimliğinizi yaşayabiliyor musunuz?

Ben buyum diyebiliyor musunuz?

Hayattan korkuyor musunuz yoksa rutinle birlikte yaşlanıyor ve her şeye uzaktan bakarak dönüp duruyor musunuz olduğunuz yerde?
Kendinizi tanıyın, kimsiniz?Ne istiyorsunuz?Amacınız ne?Hızla geçen zamanın gerisinde kalıp hiç bir şey yapamamaktan,kalitesiz bir hayat sürmekten mi şikayet ediyorsunuz?

Her seneki sıradan dileklerde bulunmak ve oturup "şans işte" diyerek öylesine beklemek yerine uygulamaya geçin ve bir şeyleri değiştirmeye önce kendinizden başlayın :)

Sadece istek, inanç ve sabır gerekiyor hepsi bu.

O halde 5.mutluluk kuralımız "mükemmelliyetçi olmamak".

Her zaman söylediğimi yineliyorum, denemesi bedava!

23 Aralık 2010 Perşembe

"mim"


“Fransız yazar Marcel Proust (1871-1922) 13 yaşındayken bir ‘hatıra defteri’ alıp, içindeki İngilizce soruları cevaplayarak arkadaşı küçük Antoinette Faure'a doğum günü armağanı olarak verir. Benzer bir anketi, 20 yaşındayken de cevaplar. Bu iki anket, o öldükten birkaç yıl sonra yayınlanır, soruların çoğu zaten aynı olduğundan adı ‘Proust Anketi'ne dönüşür ve meşhur olur. Günümüzde de ‘Proust Kişilik Testleri’ olarak pek çok psikoloji danışmanlık merkezlerinde kullanılmaktadır.”

Bu mim bana sevgili "kırmızı gün/lük"ten geldi.

Ben de elimden geldiğince yanıtlamaya çalışacağım.


*Sizi en çok üzecek olay:
Ailem ya da ailem olan yakınlarımdan birini yitirmek.

*Nerede yaşamak isterdiniz?
Güneşin bol olduğu, denizin güzelliğini ve doğanın cömertliğini gösterdiği bir yerde.

*Yaşayabileceğiniz en mutlu an:
Sanırım anne olduğumda muhteşem bir duygu seli yaşayacağımı düşünüyorum.

*Hangi hataları hoşgörüyle karşılayabilirsin?
İçinde kötü niyet barındırmayanları.

*En sevdiğiniz erkek karakter:
Küçük prens.

*En sevdiğiniz kadın karakter:
Amelie.

*Tarihteki favori kahramanınız:
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk

*Gerçek hayattaki favori kahramanınız:
Babaanneciğim. (Nur içinde yatsın)

*En sevdiğiniz ressam:
Magritte.

*En sevdiğiniz müzisyen:
O kadar çok ki...sayfalara sığmaz.

*Bir erkekte en çok beğendiğiniz özellik:
Şefkat ve tutku ikilisini dengede taşıyabilen bir adam.

*Bir kadında en çok beğendiğiniz özellik:
Az konuşması desem :))


*En sevdiğiniz erdem:
Onurlu olmak.

*Yapmaktan en mutlu olduğunuz iş:
İşimi seviyorum ama iş yerimi değil :)
Sanatla ilgili pek çok dal diyelim.

*Kimin yerinde olmak isterdiniz?
Hiç kimsenin.


*Arkadaşlarınızda hangi özelliklerin olmasını isterdiniz?
Saygılı, sevgi dolu, içten.
Beni olduğu gibi kabul edecek, alıngan olmayan, olumlu enerji barındıran, hem iyi hem de kötü gün dostu.


*Kendinizde gördüğünüz en temel eksiklik?
Çok çabuk demoralize olmak, bazı konularda takıntılı olmak.

*Hayatınızın en büyük şanssızlığı?
Çok şükür her zaman şanslı bir insan oldum bugüne kadar,biliyorum bundan sonra da öyle olacağım.

*En sevdiğiniz renk:
Gökkuşağının tümü. (her bir rengin ayrı bir enerjisi ve anlamı vardır benim için, bilen bilir ben rengarenk biriyimdir.)

*En sevdiğiniz çiçek:
İçten verilen her çiçeği severim.

*En sevdiğiniz hayvan:
Hepsi, ayırt etmeden.

*En sevdiğiniz yazar?
Bu da müzik gibi oldu, o kadar çok var ki kimseyi birbirinden ayıramam ama Murathan Mungan kitaplarının bende ayrı bir yeri vardır.


*En sevdiğiniz şair:
Can Yücel, Ömer Hayyam.
*Tarihte en sevmediğiniz karakter:
Hitler.

*En çok isteyeceğiniz özellik:
İnsanların çocukluklarını hiç kaybetmemesi.

*Nasıl ölmek isterdiniz?
Uykuda.

*Hayattaki sloganınız?
Çok var ama ilk aklıma gelen:Şu olan biten var ya boşver ona, taş yağsın isterse çok sürmez, dakka şaşma dakka yaşamaya bak, ne geçmişi düşün ne de gelecekten kork! (Hayyam)

*Şu anki ruh haliniz?
Güneşli.

Bu mim'i bana hediye eden sevgili kırmızı günlük'e teşekkür ediyorum.
Ve bu mim benden 3 kişiye gidiyor,

Sevgili
Öykü,
Sevgili Jojikmoda

"Ağır tahrik unsuru(!)"



Cansız mankenleri görerek "tahrik"olabilecek insanlar olabilir mi acaba?
Bunu düşünerek mi ceza kesmeye yelteniyorlar?
Toplum olarak, cinsel açlığımız bu kadar vahim seviyede mi?

Evlendirme programlarında sunucunun göğsünü avuçlayan 70'lik amcaları öğle vakti izleyen, akşam saat 8'de Behlül ile Bihter'in sevişmesine tanık olan, müzik kanallarında dönen erotik klipleri tüm gün ezberleyen çocuklar, orada öylece duran cansız mankenin çıplaklığından mı etkilenecek?
Her zaman olduğu gibi bu işte de terslik var...

Sivas'taki bir giyim mağazası yaz sonu kıyafetlerini satmak için vitrindeki cansız mankenlerin üzerindeki pantolanları diz kapaklarına kadar indirdi. Belediye zabıtasının uyarısı üzerine 'Küresel indirim' yazısı bulunan vitrin değiştirildi.

SİVAS - Kent merkezinde İnönü Bulvarı üzerinde bulunan bir giyim mağazası yaz sonu ürünlerini indirimli satmak için Ağustos ayı başlarında kampanya yaptı. Mağaza vitrininde bulunan cansız mankenlerinin üzerine sadece pantolon giydirerek üzerlerine, ‘Şimdi indirim zamanı’ ve ‘Küresel indirim’ yazıları astı.

Cansız mankenlerin üzerlerine giydirilen pantolonları diz kapaklarına kadar indirdi. Sivas Belediyesi zabıta ekipleri, işyerine uyarıda bulunarak vitrinin normale döndürülmesini istedi. İşletme sahibi karşı çıkınca, ekipler belediye meclisinin 6 Ağustos 2005 yılında almış olduğu karar çerçevesinde vitrinin ‘Genel ahlak kuralarına aykırı' olduğu iddiasıyla tutanak tutarken, kaldırılmaması durumunda para cezası uygulanacağını tebliğ etti.

İşyeri sahibi bunun üzerine mankenleri giydirdi, Mağaza Müdürü Eren Mert, başlattıkları kampanyaya müşterilerin dikkatini çekmek istediklerini bunun için ‘Küresie indirim’, ‘Şimdi indirim zamanı’ yazıları yazıp mankenlerin pantalonlarını diz kapaklarına kadar indirdiklerini anlatırken, şöyle dedi:

“Vitrin bir kaç hafta durduktan sonra zabıta ekipleri dükkana geldi. ‘Bunları kaldırmazsanız para cezası uygulayacağız’ dediler. 3 gün sonra gelerek tutanak tuttular. Bunun üzerine mankenleri kaldırmak zorunda kaldık. Çünkü zabıta ekipleri vitrindeki mankenlerin cinsel içerikli görüntüler, pornografik figürler ve çocukların gelişimi için yanlış olacağını iddia etti.
Ama bizim vitrinin önünde gelip hatıra fotoğrafı çektirenler bile vardı.
Vitrinimize çok büyük ilgi vardı. Biraz değişiklik yapalım dedik. Olmadı. Ama şimdi daha değişik bir yol bulup onu yapmayı düşünüyoruz.”

Haber : Halife YALÇINKAYA- Gökhan CEYLAN (DHA)
Kaynak : http://www.radikal.com.tr/

22 Aralık 2010 Çarşamba

"Patron çalışanını yer, budur kapitalizmin kuralı"

Herkese günaydın!

Ful diyor ki, "Dün için 256 sayfa görüntüleme ve 161 ziyaretçi istatistiğim var, ancak yalnızca "3" yorum aldım , bu durum beni şaşırtıyor."

Reklamları verdiğime göre şimdi bugünkü yazıma geçeyim:)

Başlıktan ve bu güzel ilüstrasyondan anlaşılacağı üzere yine ofis bunalımlarıyla ilgili bugün yazacaklarım.

Ama hep kendi başıma gelenleri anlatıyorum, bu seferde değişiklik yaparak çok yakın bir arkadaşımın başına geleni paylaşmak istedim.

Zaman zaman onunla ne kadar benzeştiğimizi düşünüyorum, sanırım artık insanlardan darbe yiyenlerle telepatik bir bağ kurmaya başlayıp hepsini yanıma çekmeyi başaracağım :)

Arkadaşımın aylardır üzerinde çalıştığı ve gerçekleşmesini çok istediği bir proje vardı, güzel bir fikirle ortaya atmıştı bunu, uğraşıyordu epey tabii çok detayını bilemem ama benim bildiğim en son her şeyin hazır olduğuydu.
Dün moralini bozmuşlar epey, kendi projesiyle çakışan, onunla ilgisi olmayan ama projesine benzer başka bir proje, onunkinden 1 ay önce yapılmış ve kendisinin bundan da haberi yok.

O da proje sahibi adamla konuşmak için randevu almış, çıkmış odasına demiş ki böyle böyle keşke bana da söyleseydiniz iki projeyi birleştirirdim ya da size destek olurdum.

Adam iyi yaklaşmış "bir daha böyle bir proje yapar mıyız bilemem ama olursa aklımızdasınız sizin departmanla işbirliğine girebiliriz, yalnız şimdi siz bu projeyi bizimkine pek benzediği için biraz değiştirerek uygulamak zorundasınız" demiş.

Arkadaşım,projesinin değişime uğrayacağından dolayı kırgın ama en azından anlaşıldığını düşünerek daha güçlü bir şekilde çıkmış adamın odasından. Projesinin tamamının değil yalnızca bir kısmının yapılmasına karar verilmiş.

Derken amiri arkadaşımı yanına çağırmış, o da saf saf olan biteni anlatırken amiri adam demiş ki büyük bir sakinlikle, "ben x beyle konuştum, sizden yaşça büyük ve tecrübeli biriyle böyle gidip konuşmanız hesap sormak gibi anlaşıldı, bana göre saygısızlı bu!" demiş.

Arkadaşım pamuktur, asla öyle gidip de hesap soracak bir tavrı da yok hani ben kefilim, cici bir kız.
Nasıl üzmüşler onu...
Arkadaşımda demiş ki "ben x bey'e gittim konuştum, gayet olumlu karşıladı bana hiç bir şey aksettirmedi."
Amir bunu üzerine şöyle demiş "onun terbiyesi, yaşı ve tecrübesi bunu ustalıkla saklamasını sağlar zaten..."

Daaannnnnnn! Dünyalar tatlısı kızın kafasına bir taş iniyor en büyüğünden!Adamdaki lafa bak ben olsam neler derdim kimbilir ya...

Yani bir şeyler yapmak için uğraş didin, sonra birileri haber vermeden başka bir şeyler yapsın, sen kırıl, büzül..sonra bir daha tekrarlanmaması adına kibarca git yüzyüze konuş, bir de üstüne saygısızlıkla suçlan.
Emeğe saygı sıfır...
Adamın yaşı büyük diye hata yaptığında kibar bir dille "bir dahakinde birlikte olabiliriz bundan mutluluk duyarım" demenin neresi saygısızlık, bunlar saygısızlık görmemiş ya...

İşte herkese "koyun" olmayı aşılıyorlar, sus, otur, üç maymunu oyna, ne olacak canım o kadar didinmişsin, o adam yaşça senden büyük ne derse o olur.Hiyerarşik düzende yaşın sözü ne zamandır geçer oldu? 30 yaşında adamlar şirketlerin başında yahu,o zaman hakkını savunmak için 50 yaşın üzerine mi gelmeyi bekleyeceksin?

Sonuç : proje yarım yapılıyor, arkadaşıma saygısız dediler, gururunu kırdılar, peki kimse kusura bakmayın emeğinizi katlettik dedi mi?
Hayır.

Arkadaşımı epey teselli ettim,güzel sözler söyledim morali bozulmasın diye ama çok da sinirlendim bu adamlara, koskaca kurumsal şirket dersiniz bir de, baksanıza neler neler dönüyor o koskoca gökdelenlerin içinde...

Yine dünkü konuya geldik işte,
Emeğe saygı nerede?

21 Aralık 2010 Salı

"Yetenek sizsiniz ve reyting kurbanı deli saraylı"

Bilen bilir televizyonla aram yoktur ama seyrettiğim 2-3 program da yayından kaldırılırsa işte o zaman söyleyecek bir kaç sözüm olmalıdır.
Perran Kutman, Çetin Tekindor, Cüneyt Türel, Köksal Engür gibi dev isimlerin ve gelecek vaad eden pek çok oyuncunun biraraya geldiği, milli mücadele yıllarını anlatan, tiyatro tadında harika bir dizi vardı "Deli Saraylı".
Gelecek vaad eden oyuncu derken şundan bahsetmek istedim, mesela,dizide "Emir Zahir" karekterini canlandıran Kenan Ece'nin Avusturya Lisesi'ni bitirdiğini, sonra 2004 yılında Amerika'da Davidson College'de tiyatro ve ekonomi eğitimini tamamladığını,ardından iki yıl boyunca Gaeity School of Acting 'de oyunculuk derslerine devam edip İrlanda'nın en köklü televizyon dizisi "Fair City" 'de 13 bölüm rol aldığını ve İrlanda Devlet Tiyatrosu "The Abbey" 'de çalıştığını biliyor muydınız?
İşte böyle oyuncular olunca diziyi izlemek ayrı bir keyif veriyordu bana,diyordum ki bu kadar yozluğun içinde böylesi bir dizi bulmak, ergen problemleri, kadın kıskançlıkları, yasak ilişkiler olmadan bir diziyi sürdürmek ne kadar muhteşem bir şey!
Demez olaydım, önce saati değişti, ardında günü, sonra yine günü değişti artık saatini takip edemez olduk, seyirciye zerre kadar saygısı olmayan bir kayıtsızlıkla dizi apar topar son bölümün son 10 dakikası içinde bitirildi.
Benim gibi pek çok insanın tepkisini toplayan bu konu show tv'ye atılan maillerle yetkililere duyuruldu ancak şahsım adına hiç bir cevap gelmediğini de üzülerek belirtmek istiyorum.

Gelelim bir diğer kafamı kurcalayan konuya.
Yetenek Sizsiniz Türkiye'de geçtiğimiz haftalarda yarışan bir çocuk vardı, sanırım 17yaşında, hani şu iyi rap yapan.Küfürlü de rap yapıyorum demişti, çocukla yarım saat konuştular, tekrar söylettiler vs..Ardından bir adam geldi, kum ile resim yapıyor. Olağanüstü bir yetenek, insanı hayretler içinde bırakan cinsten. Kum ile düz bir satıhta resim yapıyor, yalnızca parmaklarını kullanarak şekiller veriyor o kum tanelerine. Bir bakıyorsunuz bir adam manzara izliyor ardından bir kaç parmak darbesiyle bambaşka bir manzaraya dönüşüyor resim. Bu sanatçı, gösterisini bitirdiğinde 3 jüri üyesi de evet diyerek adamı uğurluyor. ama hepsi bu.
Teşekürler, başarılar.
Adama kim olduğunu, nereden geldiğini, bu işe nasıl başladığını sormadılar bile. Yoksa sordular da ben mi kaçırdım?
Mesleğini, bunu nasıl yaptığını, Türkiye'de tek mi olduğunu merak ettim mesela ama hiç bir şey sormadılar. Sansasyon değil de sanat olunca ilgi çekmiyor mu acaba merak ettim.

Bir diğer konu da şudur ki bu Pazar yine aynı programda bir adam çıktı, tipik şaklaban, Yıldız Tilbe'nin şarkısı fonda çalarken onun taklidini yaptı, izlemek için insanın midesinin sağlam olması gerekir o derece. Ve bu adamı Hülya Avşar neredeyse sonuna kadar reddetmeden izledi ardından da "evet" dedi!!! Neyseki diğer jüri üyeleri "hayır" dedi de böyle bir rezaletten kurtuldular.
O adamın hemen ardından gencecik bir çocuk çıktı sahneye, programın yapıldığı yerden katılıyor yarışmaya Aydın'dan. Üzerinde Efe kostümü, pek heyecanlı belli, diyor ki zeybeğimizi göstereceğim.

Çocuk sahneye çıkıyor 30 saniye sürmüyor, hemen tüm jüri üyeleri arka arkaya reddediyorlar ve çocuk öylece kalıyor sahnede, gösterisi başlamadan bitiyor. Oysa çok genç, çok istekli ve o yöreye ait bir gösteri sergileyecek. Yalnızca 1 dakika izlemek,sonuna kadar izleyip hayır diyerek teşekkür etmek zor geliyor jüriye. Şaklabanlık yapan o adamı sonuna kadar izliyorlar ama o genç çocuk kimbilir nasıl da hazırlanmışken saygı göstermiyorlar.

Sonrasında çocuk diyor ki "Aydın'ımıza hoşgeldiniz, babam organik tarım yapıyor ve size incir ikram edeceğiz" diyor ve babası ellerinde poşet poşet emek verdiği ürünlerden jüriye veriyor, jüri çocuğa 30 saniye tahammül edememişken bence biraz mahçup hediyeleri kabul edip çocuğu uğurluyorlar.

Emeğe saygı, izleyiciye saygı, tahammül nerede?
Reyting dediğimiz olgu kaliteden bu kadar yoksun,izleyen kitleyi bu kadar göz ardı eden bir hadise midir?
Boşuna aptal kutusu demiyorlar o zaman bu televizyona...
Programı izleyip bu detaylardan hoşnut olmayan, deli saraylı dizisini takip eden ve benimle aynı görüşü paylaşan arkadaşlar var mıdır?

20 Aralık 2010 Pazartesi

"Sezgiler iş başında"

Sezgilerinize güvenir misiniz?

Hayatta genellikle sezgilerimle hareket ederim, tabii ki mantığımı da kullanırım ama sezgilerimin bugüne dek beni pek yanılttığını görmedim. Bazen sezgilerimi bastırdığımda,dinlemek istemediğimde rahatım zannederim ama genelde bu durumlarda başıma kötü şeyler gelir:)
Erkekler alınmasın ama kadınlar sezgi yönünden erkeklerden daha iyidir bence--oğlak erkeği dışında--
Çoğu insanın içten pazarlığını, iki yüzünü,zaaflarını herkesten çok daha erken görürüm,buna ister yetenek deyin isterseniz şanssızlık:) Ama bu konuda çok tecrübem olduğunu bilin yeter.
Örneğin hangi arkadaşıma "şu kişiye dikkat et ,lütfen fazla içini açma" dediysem ve o da haklı olarak "saçmalama o asla öyle biri değil" dediyse, sonunda ağlayarak yanıma gelmiştir:)
Buna rağmen,gözlemlerimi ve uyarılarımı çok yakınlarım dışında pek kimseyle paylaşmam, insanları birbirine düşüren, yanlış yönlendiren bir kadın olarak görülmeyeyim diye...

İşyerimde bir departmanda, müdürlük gibi bir pozisyona yeni biri başladı, bir kadın.
Herkes bana kadının ne kadar sevimli, ne kadar tatlı dilli olduğunu söylüyor, ben tepki veremiyorum tabii, "hı hı" deyip geçiyorum. Çünkü bana göre kadın sevimlilik maskesinin ardında aslında gerçekten çok kıskanç ve kompleksli...
Şimdi diyeceksiniz ki pes ful! Sen ne biçim insansın ki,çok tanımadığın biri hakkında yargısız infaz yapıyorsun.

İçimdeki sese kulak verdiğimde,haklı olduğumu söylüyor.
Eminim bir kaç ay sonra ufak tefek de olsa o kadın kendi kimliği hakkında ipuçlarını vermeye başlayacak ve insanlar görecekler ama ben şimdilik tüm bu sezgilerimi saklamayı planlıyorum ve kadına mesafeli, temkinli yaklaşıyorum.

Neden mi bu kanıya vardım, ilk başta kadın, karşısındakini dinlemiyor, bir konuda sohbet ederken hemen kendisini öne çıkartacak bir konuyu atıyor ortaya. Sürekli kendisini övme potansiyeli var ama bunu alttan alttan yapıyor,sevimli sevimli.
Komleksinin çok yukarıda olduğunu hissediyorum.
Sürekli eğitiminden bahsediyor, kardeşlerinden, eşinden, hayatından ama bunu sıradan bir şeymiş gibi laf arasında söylemiyor, hep kısasa kısas şeklinde gidiyor, sanki bir güç savaşı,sıkılıyorum.
Hasteneye gittiğini bile, ünlülerin hastanesi olması sebebiyle sanırım, hastanenin ismini vererek söylüyor.

Bunu anlamak için yüzeyselden öte bakmanız gerekiyor. "Ay ne şirin kadın..."diyorlar, ama bence onun içten içe kendisini kanıtlamak isteği var, söz gelimi benim mesleğimle ilgili bir iş var üzerinde çalıştığım, bana telefon açıp "ben ınternetten buldum da şöyle yaptım da böyle yaptım da, işte sen de adamlarla konuş,bulsunlar yapsınlar, iyi fiyat versinler.." diyor, sonunda da "canım" kelimeleri havada uçuyor, istediğini kap:)
Bu benim işim, adamları 7-8 senedir tanıyorum ama o bilmese dahi ben yaparım diye atılıyor benim işime. Bu da bir başka kendini gösterme durumu... yeni geldim ama her işe yetişirim gibilerinden.

Karıncalar beni çok seviyor, o yanımdayken gelip sarılıyorlar, bakıyorum hemen gidip kızına yaklaşıyor, diyor ki "öğretmenleri çok seviyorlar onu, ben çok iyi veliymişim, ilgiliymişim.***teyzesi biliyor musun benim kızım çok akıllı..öyle diyorlar."diyor yanımızdaki diğer kadına dönerek.
Basit bir çocukluk bu ama neden benden başka kimse fark edemiyor bu basitliği onu da anlamıyorum, kör göze parmak durumu bu aslında. İnsanların çoğu nabza şerbet yaşadıkları için olabilir mi?

Aslında karıncaların sevgi gösterisi benim için sıcacık bir sevgi yumağından ibaret, asla ben ne kadar seviliyorum derdim yok benim.
Sabah masama bırakılan bir paket çilekli çikolata ya da bir minik gofret, bir buket çiçek ya da güzel bir not beni kendime getiren güzel enstantaneler, övünme aracı değil. Anlatmaktan keyif aldığım sevimli bi durum.

Ama diyorum ya herkes bunu bilemiyor,göremiyor.Bazen diyorum ya ben de göremiyorum. Mesela eski işyerimde çok iyi bir aile babası olduğunu düşündüğüm bir adamın en yakın arkadaşlarımdan birine "sana aşığım" dediğini öğrendiğimde ve "evliliği sorun etmiyorum artık devir böyle"dediğini duyduğumda şaşkına dönmüştüm, "ben nasıl fark etmedim"diye!
Hala aklıma geldikçe sinirlerim zıplıyor, bu ara hep aldatma hikayeleri duyuyorum yazık ya çok yazık.

Şimdilik izlemedeyim :)

İşin özü, beden dili, gözler ve bir kaç ufak detaya bakarak çok genel de olsa sağlam bir tespit yapabilirsiniz.

Biraz dikkatli ve sabırlı olmanız yeter.



16 Aralık 2010 Perşembe

sadece kendi anlatacaklarına sıra gelsin diye dinler sizi"


Hani mutluluk derslerinin 4. yazısında demiştim ya sizlere karşınızdakini dinleyin, dertlerini paylaşın diye, aslında iletşimsizlikten geliyor başımıza ne geliyorsa.
Böbürlenmekten, kendini yüksek görmekten, aşağılamaktan.
Şu kibir denen şey nasıl da esir almış insanlığı.
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor herkes...
Bu yıl Mayıs ayında yazdığım ve okudukça bana iyi gelen bir yazımı yeniden paylaşmak istedim sizlere,tam da konuya uyuyor aslında,
Okuyamayanlar için,


Gözlemliyorum, bu yeteneğimi seviyorum.
Biliyorum 6.hissimin kuvvetiyle birleştiğinde bazen korkutucu sonuçlar doğurabiliyor ama yine de seviyorum işte...
Davranış bilimleri üzerine master yapmak için uzun süredir düşünmem, insan ilişkileri ve karakter tahlillerini sevmem de bunu destekliyor aslında.

Güneşli ve rüzgarlı bir pazar günü, deniz kıyısında kalabalık bir kafe...
Kadın ve adam oturuyorlar kalabalıkta, aslında kalabalık içindeler ama yakınımdalar..kolaylıkla inceleyebiliyorum onları. Kadının karakterini anlayabiliyorum, duruşundan, bakışından, hareketlerinden, mimiklerinden, güleryüzünden.. İçten gibi geliyor bana, biraz da ürkek gibi. İyi tanırım ürkekleri, kendimden dolayı..sanki bir korkusu var da evhamını gizlemeye çalışıp rahat olmayı seçiyor gibi..ama ne kadar rahat olursa olsun içten içe tedirgin gibi, orada ama orada değilmiş gibi..

Hep adam anlatıyor o dinliyor, onay veriyor başıyla. Göz ucuyla bakıyorum ki konuya girmek istediğinde adam lafı ağzına tıkıyor, halbuki gözlerinden belli ne kadar da bilgisi olduğu...
Sitem ediyor bir iki, şaka yollu atışıyorlar,o ara gülüşlerini daha çok duyuyorum konuşmalarından.. Ama adam anlamıyor onu, kadının ne kadar narin olduğunu fark etmiyor, kendini anlatıyor sürekli. Ben bile onun yüksek ses tonuyla kendini bu kadar anlatmasından sıkılıyorum. Keskin yargılarını seziyorum, "ben sadece ben" demesini yadırgıyorum.

Hani bazı insanlar vardır sadece kendi anlatacaklarına sıra gelsin diye dinler sizi, öyle biri işte...

Aslında o kadında biraz da kendimi buluyorum o an, geçmişte yaşadıklarımı düşünüyorum. Orada olup aslında gerçekten de orada olamamanın nasıl bir şey olduğunu biliyorum.İçinden yüreğine dokunan birini nasıl da istediğini fark ediyorum. Denize karşı uzak dalgın ve yine de gülümsemeyle, umutla dolu bakışlarını kendi bakışlarıma benzetiyorum...

Yakın oturduğumuzdan ve karşımda olduklarından konuştuklarını da büyük ölçüde duyabiliyorum.Kızın hararetle üniversite yıllarını ve ideallerini adeta savunur gibi heyecanla anlatışından ve adamın o başı dik sürekli tez üreten tavrından kızın mesleğini küçümsediğini fark ediyorum, içim cız ediyor. "Siz nesiniz ki koskoca evrende minicik bir zerre..Kendinizi nasıl bu kadar yüksek görebilirsiniz" diye geçiriyorum içimden.Sonra kendime hayret ediyorum, nasıl da çözümledim diyorum.Acaba gerçekten öyleler mi yoksa ben mi öyle görmek istedim, kadını kendi karakterime benzetmek mi istedim diyorum.

Ben de düşünüyorum, kendimi, etrafımdaki onca insanı...

Onlar gibi ya da gözlemlediğim bu kadın gibi olmaktansa, yalnız olmayı yeğlediğimi duyumsuyorum şiddetle.
Kadını çok iyi anlıyorum...
Sıkılgan tavırlarını ve kalkmak için acele edişini de fark ettiğimde, doğru kanaate vardığımı hissediyorum.

Bizler minicik zerreler, hayatta karşındakini dinlemek, onu anlamak, anlayamasak da anlamak için çaba sarf etmek kadar önemli bir şey olmadığını fark etmek için neden bu kadar geç kalıyoruz?

Oysa bilmiyoruz ki, en önemli şey dinlemek, sohbet edebilmek, ortak noktalar hakkında bir şeyler paylaşabilmek...

İlişkilerdeki en önemli sorun da bu noktadan başlayarak ortaya çıkıyor zaten, iletişimsizlik...

Sürekli kendinden bahseden bu adam, bir ara nefes alsa ve kadına baksa onun ne kadar sıkıldığını fark etmemesi için hiç bir neden olmadığını anlayacak ancak durup nefes almaya kimsenin vakti yok bu aralar.

Nefes=hayat.

Bazıları sadece yaşadığını zannediyor...

"seni sevmiyorum!"





Kolay kolay ağzımdan "seni sevmiyorum"çıkmaz benim ama bugün sana olan nefretim arttı.

Alerjimi ayyuka çıkartan yün kazaklar, sürekli akan burun, halsizlik, sokağa çıkarken yarım saat süren giyinme merasimi, ters dönen şemsiyeler, boş geçmeyen taksiler, üşüyen bir beden, kalın çizmeler, saçların şeklini bozan bereler, soğuk algınlığı, karıncalarımdan bulaşan grip salgınları, simsiyah bir gökyüzü, kapkara bulutlar, buz gibi rüzgar, depresif ruhlar, dalgın kafalar,eve kapanan insanlar...

Tüm bunların hepsinin sorumlusu "kış mevsimi" seni sevmiyorum!!!

Şu an bu işyerinde ofis ısınsın diye hapşırarak beklerken "yeter artık" demek yerine, sevgilimin yanında onun sıcaklığıyla uyuyor olsaydım,bir yandan da kar yağsaydı ve pencereden harika manzarayı seyretseydim, sonra yine ona sarılıp uyumaya devam etseydim belki biraz seviyor olurdum seni,ama sabahın köründe çıktım evden,lahana gibi giyinip geldim, hey heylerim tepemde, 7 yaşında mızıkçı bir çocuk gibiyim,
şu an pembe gözlüklerimi takamayacağım,belki ilerleyen saatlerde.

15 Aralık 2010 Çarşamba

"Küçük mutluluk dersleri vol 4"



"İyilik yap denize at, balık bilmezse halik bilir."

Mekanik, duyarsız, bencil bir toplumuz.
Giderek herkese bulaşan bu hastalık yakında dünya üzerindeki tüm insanları kaplayacak korkusu taşıyorum.

Hayattan beklentiniz nedir bilemiyorum ama sürekli yılgınlık ve mutsuzluk içindeyseniz, bir işe yaramayı deneyebilirsiniz.
"Benim zaten bir evim bir işim ve yığınla sorumluluğum var" dediğinizi duyar gibiyim.
Ancak bahsettiğim böyle bir işe yaramak değil.
İnsanlara yardım ederek, onlarla sahip olduklarınızı paylaşarak bir işe yaramaktan söz ediyorum.
Paylaşmak belki de en güzel duygulardan biri ama bunu uygulamak biz bencil teknoloji neslinin işine gelmiyor pek!
Maalesef bir şeylere sahipken,daha da iyisini istemek adetimizdir..daha iyisini alınca da biraz daha iyisinde gözümüz kalır, bu böyle sürer gider.
Oysa bizim ilk başta sahip olduğumuza bile ihtiyacı olan insanlar vardır etrafımızda. Hep bana derken onları görmezden geliriz, aklımıza bile gelmezler çoğunlukla.

Sürekli tüketmek yerine, ihtiyacı olan insanlarla paylaşmayı neden denemiyoruz?
Bunu yaparken de kimseyi incitmeden, gururunu kırmadan, hani şu magazin programlarında 20 kamera eşiliğinde iftar yemeği veren ünlüler gibi davranmadan:)paylaşmalı, yardımlaşmalıyız elbette.
Diyebilirsiniz ki, benim zaten elimdeki bana yetiyor, maddi gücüm yok, kriz teğet geçmedi direk üstümüzden geçti!
O zaman aşağıda sizinle paylaştığım kısa hikayeyi okumanızı öneririm.
Örneğin geçimini zor sağladığını fark ettiğiniz birini akşam yemeğine çağırarak sofranızı, yemeğinizi paylaşmak,ya da illa ki yardım kabul etmeyecek olan insanlara özel bir gününde hediye olarak bunu sağlamak da içinizi ısıtabilir, sizi mutlu edebilir.

Paylaşmak derken sadece maddesel anlaşılmasın, insanları dinlemek de en büyük destektir bence onlara.
Sorunları olan insanları dinleyin, onlara elinizden geliyorsa yardım etmeye çalışın, zor bir anındaysa onu eski haline döndürebilmek için çaba sarf edin, belki de etrafınızda onun derdine çare olabilecek bir arkadaşınız vardır, ona aracılık edin..
Sorunların paylaştıkça azaldığını, yardımlaştıkça insanların "insan" olduklarını yeniden hatırladıklarını unutmayın.

Yeni nesili yakından takip ettiğim için bunları okuyan pek çok gencin gülüp geçeceğini biliyorum ne yazık ki oysa bunlar bizim unuttuğumuz duygular, bunlar bizi insan yapan duygular...
İşte bu yüzden bencilliği bir kenara bırakıp, koşturmacaların ve iş bahanelerinin ardına sığınmayalım "paylaşmak" için.


Karşılık beklemeyelim, ben destek oldum o olmadı diye bakarsak yalnızca kendimizi mutsuz ederiz, hani derler ya "iyilik yapalım ve denize atalım, balık bilmezse halik bilir."

Soframızı, yemeğimizi, dolapta öylece bekleyen giysilerimizi, aklımızı, tavsiyelerimizi, eğer fazlaysa paramızı:), elimizden gelen yardımı, tatlı dili, güleryüzü, içtenliği, sevgimizi, şartlarımızı paylaşalım.

İşte buna minicik bir örnek:

SİRK

Bir insanın yaşamının en önemli kısmi, iyilik ve sevgi adına yaptığı küçük, isimsiz ve anımsanmayan eylemlerdir.

"Ergenlik dönemindeydim ve babamla sirk bileti kuyruğunda bekliyorduk. Sonunda bilet gişesiyle aramızda tek bir aile kalmıştı. Bu aile beni çok etkiledi. Hepsi de 12 yaşın altında tam sekiz çocukları vardı. Çok varlıklı olmadıkları her hallerinden belliydi. Üzerlerindeki giysiler pahalı şeyler değildi, ama tertemizdi. Çocukların hepsi babalarının arkasında ikişerli sıra olmuş, el ele ve terbiyeli terbiyeli sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Neşe içinde palyaçolar, filler ve o gece görecekleri değişik şeyler hakkında konuşuyorlardı. Daha önce sirke gitmedikleri konuşmalarından belliydi. O gece hiç şüphesiz yaşamlarının çok önemli bir gecesi olacaktı. Anneyle baba gururla çocukların önünde duruyorlardı, el ele tutuşmuşlardı.

Gişedeki memur babaya kaç bilet istediklerini sordu. Baba gururla, "Iki tane eşimle kendim, sekiz tane de çocuklarım için bilet istiyorum." diye yanıtladı onu. Gişe memuru biletlerin bedelini söyledi. Annenin eli, babanın elinden ayrıldı ve başı öne düştü. Babanın dudakları titremeye başladı. Baba gişeye biraz daha yaklaştı ve "Ne kadar dediniz?" diye sordu. Gişe memuru biletlerin bedelini yineledi. Adamın o kadar parası yoktu. Simdi nasıl donup çocuklarına onları sirke goturecek kadar parası olmadığını söyleyecekti? Babam olanları görünce elini cebine soktu,cebinden bir 20 dolar çıkarttı ve yere düşürdü (biz de cok varlıklı bir aile değildik). Babam sonra yere eğildi,parayi yerden aldı, adamın omzuna dokundu ve ona, "Affedersiniz, bu para cebinizden düştü" dedi. Adam olan biteni anlamıştı. Dilenmiyordu ama çok çaresizdi ve utanç duyduğu ve çok üzüldüğü bu durum karşısında yapılan yardımı minnetle karşılamıştı. Babamın gözlerinin içine baktı, elini iki elinin arasına aldı, 20 doları aldı, dudakları titrerken babama "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim, bayım. Bu yaptığınızın benim ve ailem için önemi çok büyük." dedi. Biz babamla arabamıza bindik ve evimize donduk. O gece sirke gidemedik, ama bunun hiç önemi yoktu."

Kısa mutluluk derslerine bir yenisi daha eklendi bugün, klişe değil bunlar, her zaman söylüyorum denemesi "bedava"

Mutlu olmak istiyorsanız "paylaşmalı" ve "yardım etmelisiniz".

Bugün karşılık beklemeden, birine yardım edin ya da bir paylaşımda bulunun.

Garanti veriyorum, gece yastığa başınızı koyduğunuzda içiniz rahat, yüzünüz güleç olacak.


9 Aralık 2010 Perşembe

"benim bütün ümidim gençliktedir."


Mustafa Kemal Atatürk demiştir ki :
"Benim bütün ümidim gençliktedir."

Arkadaşlarına verilen hapis cezasını protesto etmek ve seslerini duyurmak için toplanan “gençlerimize” uygulanan orantısız güç rezaletini, gündemi takip eden herkes biliyordur,

Leman dergisinin bu haftaki kapağında bu içler acısı durum yer alıyor.



"ful yaprakları iş yerinden bildiriyor!"

Bir sürü iş birikti, yapmam gerek, ha bugün ha yarın derken biriktikçe birikti, azar azar bitirdim. Ama şimdi yenileri birikiyor, eskiden olsa arı gibi çalışır bitirirdim, peki içimdeki o çalışkan,istekli insana ne oldu?
Milyonlarca insanın da yaşadığı,uzun zamandır geçer diye beklediğim ve bir türlü atlatamadığım "iş yerinde çalışma isteksizliği sendromu" yaşıyorum:)
Bunun sebebi sakın alamadığım zamlar, verilip de tutulmayan sözler, enayi yerine konulma psikolojisi olmasın?

Tanrım, parayı genelde iş bilmez, yordam bilmez adamlara veriyorsun bunu biliyorum artık. Onlar da hep cimri oluyor.Bugüne kadar eli bol, çalışanın hakkını koruyan,motivasyona önem veren şirket sahibi gördünüz mü? Çok ender belki de, belki var da ben bilmiyorum, eğer bilmiyorsam da öğrenmeye, görmeye ve tüm enerjimle çalışmaya hazırım bana hemen bir iş görüşmesi ayarlayabilirsiniz! Yok şaka değil, dalga hiç değil, ben çok ciddiyim.Yeryüzünde işlerin doğru gittiği bir şirket varsa ben de oraya gitmek istiyorum...


İşletme okumadım, benim üniversitede okuduğum alanım farklı, benim mesleğim sosyal yönü daha güçlü, yurtdışında çok geçerli ama güzelim ülkemde değer görmeyen bir meslek..Genelde kültürle, sanatla ilişkili meslekler ülkemizde değer görmez, yadırganır, aykırı bulunur, küçümsenir, detayları bilinmediği için önyargıyla bakılır hatta sorgulanır. Bunu sancısını yıllardır çekiyorum ve bu "sık dişini düzelecek" evresi fazla uzamaya başladıkça da bu alanda çalışmaktan soğuyorum.


Dediğim gibi işletme konusunda, personel hakları, çalışan motivasyonu konusunda tek kursa gitmişliğim ya da bilgi almışlığım yok.Ben okurum bol bol ve bilirim ki çalışan öncelikle kendini oraya ait hissetmek ister. Bu nedenle iş yemekleri verilirken burada olduğu gibi bir kısım çalışanı bundan soyutlamak, yandaki kapıya gidip davetiye verirken sizin kapınıza bir şey bırakmamak insanın değil oraya ait olma isteğini, kapısının önünden geçme isteğini dahi söndürür haksız mıyım?


Ait olmanın dışında bence bir çalışan biraz tatmin ister. Bu mesleki tatmin olabilir, imkan tatmini olabilir, maddi tatmin olabilir (bu en önemlisi ama yurdum insanı olarak biz hep azla yetinmeyi biliriz..).Özetle maaşınız iyidir siz de iyisinizdir, fazla mesai yaparsınız, arada fedakarlık istenir dert etmezsiniz, küçük sorunlar doğar görmezden gelirsiniz gibi..

Maaşınız idare eder bir tutar diyelim,o zaman kendinizi göstermek için iyi çalışırsınız daha iyisini elde edeceğinizi düşünürsünüz, servisiniz, yemeğiniz ne bileyim sosyal imkanlarınız vardır sıkarsınız dişinizi. Bunun sonucunda maaşınız pek artmazsa diğer olanakların iyiliği sizi biraz bağlayabilir ya da çalışma ortamınız, ya da maaşınız artar ve her şey daha da yoluna girer.
Bir de hiç bir şeyin iyi olmadığı yerler vardır şekil A Ful'un çalıştığı mekan :)

Ortam deseniz ;yok! size çılgın gözüyle bakıyorlar,dallas'ın minik versiyonu çevriliyor burada, herkes birbirine bir tuhaf bakıyor, maaş deseniz komedi, servis deseniz 2 gün var 5 gün yok, yemek deseniz gastritim bir türlü iyileşemiyor desem yeterli sanırım, yani işin özü berbat:)

Şimdi artılara gelelim, çok fazla çeşit çeşit karıncam var burada, hepsi pırıl pırıl, sevimli, zeki.
Hepsini ayrı seviyorum, onları çok iyi tanıyorum artık, onlar da beni çok seviyorlar, masamın üzerinde bir buket çiçek görmek, bir minik not, ufacık bir hediye, bir şeker, bir öpücük, bir sarılış bazen tüm yorgunluğumu alabiliyor.

Karışılıksız sevgi gördüğünüz o mini mini insancıklar tüm olumsuzlukları görmezden gelip rölantide daha iyi bir iş arayışını gerçekleştirmemi sağlıyor.

Kriz teğet falan geçmedi, bitmedi de, yazılan çizilenlerin aksine sadece ben değil etrafımda aylardır hatta 2-3 yıldr işsiz olan, işinden memnun olmayan ama yeni başvurulardan yanıt alamayan, olumsuzlukla dönülen pek çok arkadaşım var.

Televizyonda bir dizi var hani küçük sırlar, çok gülüyorum rastladıkça :)

18-19 yaşında insanlar binlerce liralık kıyafetlerle geçkinci ergenlik bunalımlarını ve ilişkilerini gözler önüne seriyorlar, hayatta başka hiç bir sorun yokmuş gibi.İşte insanlar da kafam dağılsın diye onları izliyor..Kafa dağıtıyor mu evet, ama dikkatinizi başka yöne çekmek anlamında değil, darbe görmüş bir kafa anlamında:)
Onlar da var hayatta tabii, onlar da bu toplumun yapısının bir parçası
Milyonlar izlerken benim gibisinin de çıkıp konuşması zaten saçma!

İşin özü, iş yeri sıkıntısından başladım nasıl oldu bilemiyorum ama şu garip diziye kadar geldim.

Sabrediyorum sanırım hala, bekliyorum, biliyorum düzelecek biliyorum, en kısa zamanda şu iş mevzusunu halledeceğim...



P.S. Sanırım bir buçuk seneyi geçti ben bu iş yerimle ilgili sıkıntılarımı yazmaya başlayalı, ama değişen pek bir şey yok, görünmez bir bağ mı var beni buraya bağlayan?


8 Aralık 2010 Çarşamba

"kaprisli çiçek kız'dan merhaba"



Yenilikleri seviyorum, Derya Baykal'lığım tutuyor bazen, eski şeyleri alıp yeniliyorum, bir şeyler ekleyip yeni objeler yaratıyorum, karıncalarıma kağıttan kutu yapmasını öğretiyorum bu ara pek hoşlarına gidiyor. Bu nedenle bugün bir origami çiçeğinin fotoğrafını paylaşmak isteğim doğdu.

Ama bizim konumuz bu değildi değil mi? Kağıtlar,çiçekler, karıncalar..
Tamam, suçlu bir çocuk gibi şirinliğime sığınarak konuyu değiştirmiyorum,kafanızı karıştırmıyorum...

Esas karışıklığıma gelirsek...

Tamam mı diye düşünmeme en önemli etken sanırım kendimi tekrar ettiğim düşüncesiydi. Bloguma değer veren ve vakit ayıran tüm dostlarımın yorumları,mailleri gösteriyor ki bu yalnızca benim kuruntumdan ibaretmiş.
Bir moda blogunda ya da yemek blogunda yeni şeyler üretebilmek her zaman daha kolaydır diye düşünüyorum,her şey sürekli yenileniyor ama "insan"..işte biz bazen rutine saplanıyoruz.
Kişisel blog yazmak için zamanın yanı sıra istek de gerekiyor, herhalde ben bu ara koşuşturmam ve hayatımdaki değişimler yüzünden yaşadığım heyecandan ötürü biraz gergin ve ilhamdan yoksun hissediyorum kendimi.

Öyle anlar geliyor ki içiniz kusarken kaleminizden tek satır yazı çıkamıyor.Düşüncelerimi birileri okusa da kağıda dökse diyorsunuz. Hani eski fimlerde eline kağıdı alıp 2 satır yazan ve güzelim kağıdı buruşturup çöpe atan, bir kaç saat sonrasında kağıt yığınları ve bezgin suratıyla oflayıp puflayan o insanlar vardır ya,işte o insanlara benziyorsunuz, kağıdın hışırtısının kulağınıza verdiği zevk ve ziyandan öteye gitmiyor yazdıklarınız.

Yarım yamalak cümlelerle, yazılanlar hep aynı konular olsun istemediğim için bahaneler uyduruyorum ya da geciktiriyordum yazmayı.
Önümde garip bir zaman dilimi var.
Bu karışıklıklarımı,endişelerimi ve düşüncelerimi de yazıya dökeceğim ilerleyen günlerde...

Hayatım değişecek gibi görünüyor ama bir şeyler yoluna girmeden de değişti demek zor bence, önümde uzun bir süreç var.
Kimbilir belki de bu süreçte neler neler yaşayacağım, aslında heyecanımı burada paylaşmak kadar güzel bir durum da yoktur...Özenli yazmak tek isteğim, özen de istekle oluyor biliyorsunuz.

"Canım istemiyor, ilhamım kayboldu, kendimi tekrar ediyor muyum" diye sormadan ve bencillik etmeden yola kaldığımız yerden ufak esler vererek devam etmek en doğrusu sanırım.

Tamam sol şeritte hızla gidiyordum ben, bir ara sağa geçtim, hızımı yavaşlattım, hatta 4lüleri bile yaktım o derece!

Bu yüzden önümdeki süreç neyse onunla ilgili paylaşmak istediğim neler varsa yine eski ful gibi sizlerle paylaşarak devam ediyorum yazmaya :)

Kararsızlığımı, kaprisimi, çekincemi mazur görün lütfen..madem yaşamak dediğimiz şey en klişe anlatımıyla fazla ciddiye alıdığımız bir "oyun.."

O halde Bülent Ortaçgil'in kulaklarını çınlatalım, "oyuna devam, biz hiç kaybolmadık, kaybetmedik desek yalan; oyuna devam." diyelim...

Yeniden herkese kocaman bir "Merhaba".

Yine herkese içten bir "teşekkür", varlığınız ve bana verdiğiniz değer için..

Ve nefis bir şarkı --The Acorn - Flood Pt.1--

Dinledikten sonra canlanacağınıza garanti veriyorum!!!



6 Aralık 2010 Pazartesi

"blog yazmaya tamam mı-devam mı?"


Ailem...
Benim güzel ailem...
Bugüne dek her sevincimi, acımı, mutluluğumu, hastalığımı, kaprisimi, iyiliğimi çeken, bana karşılıksız sevgi veren canım ailem.
Karışık günler yaşıyordum ve akabinde verdiğim kararla bunu bir nebze olsun atlatabilmenin de ferahlığını taşıyorum bu aralar.
Ailemle geçirdiğim uzun yılların ardından kendi ailemi kurabilmek için adımları attığımız bir dönemdeyim...

Ful yaprakları, 2008 yılının Aralık ayında bir serüvene başladı, o zamanlar ürkekti, memnun olmadığı durumlar saklıyordu içinde, kendini tanıyamamıştı henüz.
(Tanımayanlar için söyleyebilirim ki ilk yazılarımı okuduğunuzda bunu hissedebiliyorsunuz, çok basit bir şekilde anlaşılıyor hem de.)
Sonrasında biyo enerjiyi keşfetti, meditasyona ek olarak biyo enerjiyle daha da derinlere indi, kendini keşfetti, sırlarını, sınırlarını, hayata bakışını, ne istediğini, nasıl yaşadığını, kadınlığını,etrafındaki dostlarını, ailesini, ilişkilerini...Her şeyi masaya yatırdı bir bir, evirdi çevirdi, düşündü, taşındı ve daha iyiye doğru gitmeye başladı her şey.

Çok acı ayrılıklar yaşadı, tam evleneceğim derken uzunca süren bir ilişkiyi bıraktı ardında, ne istediğine dair keskin kararlar verdi, adeta hayatını değiştirdi, bazen yanlış limanlara saptı, evet hata her an yapılırdı, üzerinde fazla durmamaya çalışarak akışa bıraktı kendini.
İşinde sorunlar yaşadı, halen yaşasa da bakış açısını değiştirerek çoğundan sıyrıldı.

O günden bugüne 2 yaş daha aldı, yeniden doğdu, gözleri yüreğinin penceresinden bakıyor artık hayata ve yüreğinin içi dopdolu.

Hayatının felsefesini belirledi, amacını belirledi, yanında yürüyecek kişiyi belirledi.

Demem o ki, artık ayakları yere sapasağlam basan bir kadınım ben, hiç aklıma gelmezdi bunları yazacağım,

Yepyeni bir hayata doğru bir adım atacağım,

Buraya üzüntümü, hastalığımı, mutluluğumu, öfkemi,hayal kırıklığımı yazdım ben 2 sene boyunca...

Hiç kimseler bilmedi kim olduğumu, nerede ne yaptığımı,gizledim kendimi.

Mutluluğu yaymak için öğütler vermeye çalıştım, yanımda olduğunuzu bilmek bana güç verdi, inanç verdi.

Dilerim her şey daha da güzel olur ve biliyorum her şey daha da güzel olacak.

Belki de bu blog bir zaman sonra kendini kapatır ve daha sonra yepyeni bir isimle başka bir yerde yeniden kendini anlatır.

Karar veremedim yazmaya, kendimi tekrar etmek olmadı hiç amacım.

Belki de size sormalı.

Tamam mı, yoksa devam mı?


EMEĞE SAYGI

Internet-Gazete-Dergi ve her türlü basılı yayın için geçerlidir : Yazılarımdan ismim ve adresim link gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir. İzinsiz emek hırsızlığı durumunda hakkımı "hukuki çerçevede" sonuna kadar arayacağıma emin olabilirsiniz.Emeğe saygı gösterdiğiniz için teşekkürler!